13 Haziran 2017 Salı

Romanın izinde bir tablo, tablonun izinde bir roman: Kürk Mantolu Madonna

Okuyacağınız yazıyı, bir dergi için yazmıştım. Dergi kapanınca da elimde kaldı. Sonra, sonra bir blog açmış olduğumu hatırladım. Ve tabii her yere maydanoz olduğum için de blogta yayınlamaya karar verdim.... 

Kürk Mantolu Madonna…Türk edebiyatının kült eserlerinden sayılan roman, bugüne kadar 83 baskı yaptı. Bir tablodan yola çıkarak yazılan bu eserde, biz de Kürk Mantolu Madonna ya da romanın esas kadını Maria Puder’in kendi portresini çizdiği tablosunun izini sürdük…Ve taa 1517 tarihine kadar gittik..
Ayşe Dural

Geçtiğimiz kış bir kitap hiç alışık olmadığımız şekilde magazin dünyasında yer aldı. Edebiyatımızın en önemli yazarlarından Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna isimli kitabı. Okumayanlarınız varsa şiddetle tavsiye ederiz. Yapı Kredi Yayınları (YKY)’den yayınlanan kitap 83 baskı yaptı hala da yeni baskıları yapılıyor.
Türkiye’de 1943 yılında basılan kitap, 1920’lerde Almanya’ya okumaya giden Raif Efendi’nin burada tanıştığı Maria Puder’e duyduğu büyük aşkı konu alıyor. 

 ‘Kürk Mantolu Madonna’ romanının baş karakterleri Maria Puder ve Raif Efendi'dir. Raif Efendi içine kapanık, melankolik, sessiz ve dış dünyaya uyum sağlayamamış bir karakterdir. Hayatı boyunca birçok şeye boyun eğmiş, haksızlığa uğradığında bile buna karşı koyamamıştır. Sevmediği bir kadınla evlenmiştir, bir ailesi vardır. Kendi hayatına kendi yön verememiş, başkalarının istediği bir insan olarak hayatını sürdürmüştür. Hayatında gerçekten yaşadığını hissettiği sadece bir anısı olmuştur ve bunu günlüğüne aktarmıştır. Ve işte onun başlangıç yeri de Berlin’de National Galeri’dir. Yıl 1920’lerdir…

Kimdir bu Kürk Mantolu Madonna?
 “Kürk Mantou Madonna”da romanın erkek kahramanı Raif Bey
galeride gördüğü ve kürk manto giymiş bir kadının resmedildiği tablo karşısında hislerini şöyle anlatıyor: “Büyük salonun kapıya yakın bir duvarının önünde birden bire durdum. O andaki hislerimi, bilhassa aradan bu kadar seneler geçtikten sonra anlatmama imkan yok. Yalnız orada kürk mantolu bir kadın portresinin önünde mıhlanmış gibi durduğumu hatırlıyorum.” Ve devam ediyor: “Yabankedisi derisinden bir kürkün içinde, gölgede kalmasına rağmen donuk beyaz rengi belli olan küçük bir boyun parçası, bunun üzerinde, hafifçe sola dönmüş beyzi bir insan yüzü vardı.”

Raif Bey, serginin kataloğunu inceler ve tablonun numarasını hizasında şu 3 kelimeyi okur: Maria Puder Selpbsportrat. Romanımızda Raif Bey, Berlin’de bir gazetede gezdiği sergiyle ilgili eleştiri yazısında, Kürk Mantolu Madonna’nın esas kadını ressam Maria Puder’in kürk bir manto içinde kendini çizdiği “Kendi Tablosu”nun Andrea del Sarto’nun Madonna delle Arpie tablsoundaki Meryem Ana tasvirine insanı şaşırtacak kadar çok benzediğini okur.

Sabahattin Ali’nin, Raif Bey ile Maria Puder’in marazi aşk öyküsünün devamını okumayanlar kitabı edinerek öğrenebilir. Biz okuyanlar ve okumayanlar için “Kürk Mantolu Madonna” ya yani bir romana esin kaynağı olan Andreas del Sarto’nun tablosunun peşine düşelim.
Floransalı ressamın Maddona’sı
Önce ressamdan başlayalım. 1486-1531 tarihleri arasında yaşamış olan Floransalı Andrea del Sarto  tam bir İtalyan Rönesansı ressamıydı. Babası terzi olduğu için, adına ek olan Sarto (terzi) lakabını almıştır. Bir kuyumcuda eğitimine başladığında resim üzerine becerisi bir ressamın dikkatini çeker ve ona ders vermeye başlar, daha sonra da kendisini İtalyan Rönesans’ı ressamlarından Piero di Cosimo’nun yanına yerleştirir. Del Sarto daha sonra İtalyan ressam Franciabigio ile bir süre çalışır, fakat Leonardo, Michelangelo ve Fra Barolommeo’yu örnek alıp, onların tarzlarının orijinalliğinden uzak kalmayarak, renkleri daha güçlü vurgulayıp kendine uyarlayarak çalışmayı tercih etmiştir.
Michelangelo hayranlığı ile yetişen Sarto, Floransa’nın en iyi desencisi olarak kabul edilmiştir. Sanat tarihindeki yeri Rönesans ile Manyerizm arasında olan Sarto, Manyerizm’in ve Barok’un da öncüsüdür. Başlıca eserlerindan biri sayılan ve 1517 yılında çizdiği Madonna delle Arpie (Madonna of the Harpies) ressamın Yüksek Rönesans sanatına yaptığı büyük katkı olarak gösterilen resmidir.

Andrea Del Sarto'nun tarihte en önemli ve en bilinen tablosu Madonna Delle Arpie, ressamın en iyi boyadığı eseri kabul edilmiştir. Bakire Meryem'i bir kaide üzerinde elinde çocukla tasvir eden tabloda iki aziz ve melekler de bulunmaktadır. Yüksek rönesans döneminde güzellik ve saflığın Madonna ile eşleştirilmesi ve dönemin tablolarında Madonna'yı sık sık görmek mümkündür. Madonna Delle Arpie tablosu bir manastır için yapılmış olup şimdi dünyanın en eski ve ünlü sanat müzesi olan Floransa'daki Uffizi'de sergilenmektedir. Sabahattin Ali, kahramanı Raif Bey’e romanda şu şekilde tasvir ettiriyor tabloyu: Kucağında mukaddes çocuğu ile yüksekçe bir yerde oturan, sağındaki sakalı erkekle solundaki genci hiç fark etmiyormuş gözlerini yere diken bu Madonna’nın yüzü başını tutuşu, bakışlarında ve dudaklarında apaçık görünen melal ve kırgınlık ifadesi dün gördüğüm tabloya benziyordu……İki tarafında ibadet eder gibi duran azizlere değil, kucağındaki Mesih’e değil, hatta gökyüzüne de değil, toprağa bakıyor ve muhakka ki bir şeyler görüyordu.” Kendi resmini yapan ressam işte bu tablodaki Madonna’ya benziyordu…


Kürk Mantolu Madonna hakkında bilmeniz gerekenler

1)      Raif Efendi'nin içsel yolculuğunu aşk ile sarıp sarmalayarak okuyucuya sunan roman, ilk olarak 1940 yılında Hakikat gazetesinde “Büyük Hikaye” başlığı altında 48 bölüm olarak yayımlandı, sonra 1943 yılında Remzi Kitabevi tarafından basıldı.
2)      Kürk Mantolu Madonna’, 2016 yılı başında İngiliz yayıncı Penguin’in "Modern Klasikler" serisi arasında yer aldı. Penguin Yayınevi'nin Modern Klasikler Serisi kapsamında Maureen Freely ve Alexander Dawe tarafından geçtiğimiz mayıs ayında çevrilen ‘Kürk Mantolu Madonna', 73 yıl sonra ilk kez İngilizceye çevrilmiş oldu.
3)      ‘Kürk Mantolu Madonna’nın ONK Ajans aracılığıyla bugüne dek İngilizce (Madonna in a Fur Coat), Almanca (Dörlemann), Fransızca (Le Serpent a Plumes), Rusça (Ad Marginem Press), Hırvatça (Hena Com), Arapça (Sphinx) ve Arnavutça (Shkupi) yayımlandı; İspanyolca (Salamandra), İtalyanca (Scritturapura), Hollandaca (Verlag Van Gennep) ve Gürcüce (Ustari) baskıları da yayına hazırlanıyor.

4)      1983’ten bu yana Yapı Kredi Yayınları’nın bastığı ‘Kürk Mantolu Madonna’, yayınevine geçtiği günden bu yana on binlerce sattı. Hala popülerliğini koruyan Türk edebiyatının başyapıtı, ayda ortalama 10-15 bin arasında satmaya devam ediyor.

28 Ocak 2016 Perşembe

Ama neden?

Yukarıda soru soran bir başlık var. Herkes düşünüyordur bu konuda. Eh ben de haliyle kadın olduğum için düşünüyorum. Neden? Neden bu kadar çok adam karısını, kızını, hiç tanımadığı kadınları öldürüyor, tecavüz ediyor? Bir oğlum var, oğlumun erkek arkadaşları var, kız arkadaşları var. Onların iletişimi her zaman çok hoşuma gidiyor; birbirlerine saygılı, özellikle kızlara saygılı. Çaktırmadan kollayıcı. Bu lafı, bazı kadınlar sevmez; ben de onlara dahilim. Çünkü kendimi koruyabilirim diye düşünürüm. Ama bazen koruyamıyoruz. (Bazen mi uzun zamandır hiç).

Peki  bu durumda kadınlar ne yapıyor? Yürüyüşler düzenleniyor, televizyonlarda konuşuyor, haklı olarak veryansın ediyorlar. (Ama çözüm hiç yok. Umutla kavgasız, çağdaş bir çözüm beklediğim feministler de... Sadece eylem ve pankartlarda kalıyor tüm isyanlar.) Kadın sorunları  çoooook uzun zamandır var. Ben 90'larda dahil oldum. O dönemler kadınların bastırmasıyla Ceza Yasası'ndaki fahişeye tecavüzde 3/2 indirim değiştirilmişti. Yine o dönemlerde Mor Çatı çok aktifti; dövülen, tecavüze uğrayan, evden kaçmak zorunda kalan kadınların sığınağıydı.  Marie Claire için o zamanlar Harbiye'deki merkez ofislerinde görüşmeye gitmiş, kuruluşunu dinlemiştim. Şimdi Mor Çatı'yı duyuyor musunuz? Kadın Kütüphanesi de o zaman kuruldu. Örnekleri çoğaltabilirim. O dönemde kadın dergileri de bu sorunlara sahip çıkıyordu. Şimdi ne Marie Claire, ne Elle, ne Elele, bu konulara pek girmiyorlar. Pek değil hiç. Snobe edilen bir durum olarak görüyorlar galiba. Ya kadın gazete köşe yazarları onlar da sadece köşelerinden yazıyorlar, ama eylem, bir hareket yok.

Yani her problemimiz gibi çözülemiyor. İşte asıl soru bu duruma olmalı. Neden çözülemiyor?

Benim gözlemlerime göre büyük şehirlerdeki organizasyonlar yine orada kalıyor. Türkiye'nin tümünü kapsamıyor. İyi eğitim almış,  kadınlar kendi aralarında konuşuyor, bildiriler yayınlıyor ama sahaya inmiyorlar.  Namus cinayetlerinde annelerin, kayınvalidelerin, görümcelerin de oğulları destekledikleri hiç konuşulmaz mesela. Bunu araştıran bir kadın derneği bilmiyorum. Eğer varsa beni bilgilendirirseniz sevinirim. Neden kadınlar namus cinayetlerinde hayır demiyor, diyemiyor; kızına gelinine yardım edemiyor, bildiği halde kaçıramıyor? Mutlaka aksi örnekler vardır ama namus cinayetlerinde çok fazla kadın ölüyor.

Bu tecavüz eden, öldüren erkekler hep ne hikmetse eski sabıkalı çıkıyor. Yargılanırken de iyi halden ceza almıyorlar, salıveriliyorlar. Dünyanın neresinde görülür böyle şey? Suçluysa ceza evinde suçunu çeker, hastaysa da bir yere kapatılır tedavi edilir sonra da adalet hep o adamın ensesinde olur. Ama bizde olmuyor. Neden?

Mesela CHP'nin kadın kolları bu durum hakkında ne düşünüyor? Bir planı var mı? Kadınlara nasıl destek oluyor? Bilen var mı? Ben bilmiyorum. Sonra, sürüyle halkla ilişkiler şirketi, halkla ilişkiler dernekleri var. Hiç birisinden bu konuda bir açıklama, akla gelmeyen bir projeyle bu sorunu hep gündemde tutacak çalışmalara şahit olmadım. Öyle sosyal medya üzerinde etiket açmak, sayfa açmakla bu işler olmuyor, olmadığını da görüyoruz. O yüzden Bağdat Caddesi'nde kadınların yürüyüşü ne derece etkili olur bilmiyorum. Yürüyüşler, konuşmalar, toplantılar hep detay ve sonuçsuz. Aksiyon almada problemimiz var. Kadından Sorumlu Bakanlığı hiç konuşmuyorum bile. Bakış açısı o kadar demode ki... Hala  CHP'den bir atılım bekliyorum ama nafile galiba. Sahi Kadın Kolları Başkanı'nı tanıyan var mı? Peki feministleri, kadın derneklerini, kadın yazar çizerleri, iletişimcileri bir araya toplayabilecek bu sorunu çözebilecek biri var mı?


.

22 Ocak 2016 Cuma

Yeni Türkiye: Ben Yaptım Oldu

Değişmek, değiştirmek...Hangisi daha zor, bilemedim. Ama sanırım değiştirmek. Diye düşünüyordum ki, Türkiye geldi aklıma. Değiştiğimizi hem de fena halde değiştiğimizi, en azından ülkenin yarısının değiştiğini gözlemliyorum. Bir kere, Andy Warhol'un tesbiti gibi herkes 15 dakikalığına şöhret olabiliyor. Bunu aklına getirmek bile istemeyenler hayretle izliyoruz. Hadi bunu geçelim. 
Bir de her aklına geleni söyleyenler ve "ben böyle düşünüyorum, ben böyle yaptım oldu diyenler." Ve asıl rahatsız edenler de bu kesim. Mesela, önceki akşam Mustafa Koç'un öldüğü gece bir kanalda, şu tartışılıyordu:  Cenazenin, Teşvikiye Cami gibi beyaz Türklerin, elitlerin cenazelerinin kaldırıldığı bir cami yerine Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tatbikat Camii'den kaldırılması hakkında görüşler beyan ediliyordu. Böylece beyaz Türk olmayanların daha fazla rağbet ettiği bu camiden kaldırılmasının doğru bir karar olduğu konuşuluyordu. Camiler ne zamandan beri beyaz Türklerin ve olmayanların diye ayrıldı? Hadi geçtik Cami konusunda yapılan bu değişikliğe bu yorum mu yapılır? Teşvikiye Camii'den esnafın, bu semtte yaşayanların cenazeleri de kaldırılmıyor mu? Camilerimizi de ayıracağız? Fatih Camii de, Şakirin Camii de, Eyüp Sultan Camii de bizim değil mi? 
Bunu anlamadığım gibi, Cumhurbaşkanımızın da Mustafa Koç ile konuşmasında içkiyi bırakıp bırakmadığına dair soru sorduğunu açıklamasını da anlamadım. Belki bu mahrem bir konuydu ve rahmetli dile getirilmesini arzu etmiyordu. Yeni Türkiye'de her şey uluorta konuşulabilir, ne ibadet ne de özel hayat gizli kalabilir? Mi. Sanmıyorum ama bu hali de hoşuma gitmiyor. Eee, zaten benden de kime ne? Kim takar git o zaman Ayşe. 

2 Şubat 2015 Pazartesi



Bir araya gelemeyiz…(mi?)

Nazım Hikmet iyi ki Memleketimden İnsan Manzaraları’nı yazmış. Çünkü yurdum insanından örnekler vermek istediğimizde memleketimden insan manzaraları deyip çıkıveriyoruz işin içinden. Ben de öyle yapacağım; nicedir etrafımdaki insanlara bakıp bir araya gelebilir miyiz diye düşünüyorum. Hayır oluyor yanıt. Çünkü çok kategori var. İşte benim gözümden bir araya gelemeyecek olan yurdum insanımız….
1)      Hala romantik solcu arkadaşlar: Dünyanın ne kadar değiştiğini asla kabul etmiyorlar ve 80 dönemindeki duygu ve düşüncelerini sürdürüyorlar. Mesela Yunanistan’da Çipras’ın başa gelmesini asla irdelemeden bizde de olabileceğine inanıyorlar. Bu konuyu en güzel Zülfü Livaneli anlatmış yazısında. https://www.facebook.com/zlflvnl/posts/899258503438035:0 okuyabilirsiniz. Bizim sosyolojik yapımızla Yunanistan’ın sosyolojik yapısı bir mi? Din onlarda bu kadar baskın mı?
2)      Ne olursa olsun sadece dini referans alanlar: Hırsızlık, yolsuzluk ne olursa olsun ‘dini bütün kişiler’ tarafından yapılsa bile hiç aldırmıyorlar. Ama dinimizin en önemli buyruğu çalıp, çırpmamak. “Adamlar götürüyor ama çalışıyorlar” diyenlere başka hangi ülkede rastlanabilir? Bu, değişmez bir kanı her devirde böyleydi ülkemizde. Yani iş yapsın da nasıl yaparsa yapsın.
3)      Yeni liberaller: Yani ‘laissez faire laissez passer’nin dibine vuranlar. Ama bir özellikleri Cumhuriyet’i beğenmemeleri, bilir bilmez sürekli eleştirmeleri. Aynı şey romantik solcu arkadaşlarda da görülür. Ama onlar hiç olmazsa yapılan haksızlıklara haksızlık diyebiliyorlar. Bu kesim asla kabul etmiyor, hep ‘ama’ ile başlıyorlar cümlelerine. Bu arada hem onlar hem de eski solcu arkadaşlara göre Atatürk’ten, Cumhuriyet’ten söz etmek demodelik.
4)      Hiç araştırmayarak at gözlüğüyle bakanlar: Bu arkadaşlar için mutlaka tek bir taraf haklıdır. Mesela Ermeni ve Kürt meselesine iki taraflı bakmazlar; ya beyaz ya siyah. Çift taraflı okuma yapmazlar. Ama sürekli eleştirir ve beğenmezler.
5)      Beğenmezler deyince, ülkesini hiç beğenmeyen sürekli gitmek isteyenler de var. Belli bir süre yurtdışında deneyim yaşamak başka ama sürekli yok biz değişmeyiz ne olduğumuz belli demek başka.
6)      Bir de Osmanlı’ya öykünen yeni bir kesimimiz var; hayırlı olsun. Ama onların Osmanlısı ile tarihteki 700 yıllık imparatorluk arasında çok fark var. Bir de dünya bu kadar değişmiş, özgürlükler bu kadar ilerlemişken cihan imparatorluğu olmayı istiyorlar.
7)      Ama bir şey var ki, her kesimde aynı. Hayatın kabalığını müzik, edebiyat,  resim alır ama bu alanlara önem vermediğimiz için gittikçe kabalaşıyor ve bayağılaşıyoruz.
Bu farklılıkları çoğaltmak mümkün.  Dünyanın siyasal, sosyolojik, değişimine ayak uydurmazsak yani moda deyimle trendleri takip etmez, bakış açımızı ve davranış biçimimizi değiştirmezsek hiç ama hiçbir araya gelemeyiz.  Solda da yeni bakış açılarını anlatan bir yazara, gazeteciye rastlamadım. Ya da mesela yeni iktisat teorilerinden bahseden. Kendi çapımızda debelenip duruyoruz. Bakalım nereye kadar ve kim bizi bir araya getirecek yine yeniden.

17 Aralık 2014 Çarşamba

Yorulduk mu ne?

Bazen bu ülke yoruyor insanı. Bazan mi? Aslında her zaman. Yoruyor ve en önemlisi umut arkadan el sallıyor sanki. 
1) Tanıdığım en yaşlı kişiler dedem, annenannem, babaannemdi. Yani yaklaşık 40 sene önce falandı; ne olacak bu memleketin hali derlerdi, hala aynı şeyi söylüyoruz. 
2) Bu kadar yolsuzluk, ekonomide kötü gidişat, cahillik, bayağılık, cinayetler insanı yoruyor, sıkıyor, umutsuzluğun kıyısına getiriyor. Debelen debelen nereye kadar?
3) Bazı fikirlerin, konuların bizler tarafından yani halk tarafından sindirilmemiş olması hayal kırıklığı yaratıyor. Analdınzı siz onu.
4) Mutsuz olduğunuz bir konuyu terk etmeye görün. Onun yerine istenilene, hayali kurulanlara ulaşmak çok zor; yorucu. En azından bu ülkede.
5) Neler olduğunu anlamak ya da anlayamamak çok yorucu.
6) Cahillik ve bayağılıkla savaşmak daha da yorucu. Bilgi olmak da iş hayatında aslında iyi bir şey değil. Çünkü uzaydan gelmiş gibi bakıyorlar; popülizm, sığlık bu dönemin mottoları galiba.
7) Vahşi kapitalizm derdik, en alasını yaşıyoruz. Çok yorucu...Sadece para kazanmak ve moda deyimle farkındalık yaratmak, ki gelecek kuşaklar da onlardan satın alsın.
8) İktidar, cemaat, taşhiyeci, saray, yolsuzluklar, kadın cinayetleri, bavulla bilgi taşıyan gazeteciler...Bunları yaşama mecbur muyuz?
9) Ama iyi tarafı da var. Hiç sıkılmıyoruz. Öyle güllük gülistanlık olsaydı ne konuşurduk? Çok sıkılırdık çok.
10) Haksızlık yapanların da maddi ve manevi olarak kazanmlarını da anlaşılmaz. Bunların başında da işverenler geliyor. Evet daha fazla risk alıyorlar ama haklar konusunda sınıfta kalıyorlar. 
11) Sistem analizi yapmanın zamanı geldi de geçiyor bile.

6 Haziran 2014 Cuma

İzmir-İstanbul hattı


 İstanbul hep kaybetmeye mahkum olacak, yazık oldu 8500 yıllık benzersiz kente. Ne yazık ki bu düşünceler çok sık kafamda dönüp duruyor. İstambul iyi yönetilmiyor. Yağmur yağınca ABD'de sokaklar taşıyor diyen mimar bir belediye başkanı "abimiz" var. Kentsel dönüşümü dilimize pelesenk ettik İstanbullu olarak. Ama nedir bilmiyoruz. Sadece ev yıkmak olarsk algılıyoruz belediyemiz sayesinde.

Ama İzmir öyle değil. Tutucu bir kent doğru; kendine uyum sağlamayanı içine kabul etmiyor. Ama zavallı İstanbul öyle değil. Çok farklı, ülkenim her tarafından gelenleri kabul eden İstanbul'da durum farklı. Konuyu dağıtmayalaım, İzmir kentsel dönüşümü çok iyi anlamış ve kavramı en doğru şekilde uygulamaya başlamış sessiz sedasız. Ev yıkmak olarak algılamayıp çevresi, sosyal alanlarıyla değiştirerek ve böylece tüm kenti dönüştürmeye çoktan başlamış. Ve en önemlisi tek tek tüm evlerde oturanları ikna ederek, rantı düşünmeden.
Zavallı İstanbul ise yine bir hengame içinde ne olduğunu anlamadan, belediyenin içinde hiç yer almadığı bir dönem yaşıyor yine.  İzmir'de Aziz Kaocaoğlu bu dönüşümün tam içinde, gidiyor, konuşuyor, anlatıyor. Kadir Abi öyle yapmıyor benim bildiğim. Yani İstanbul dönüşecek ama nasıl?
Bekleyip göreceğiz....

16 Mayıs 2014 Cuma

Bugün neler öğrenemedik!

Kaç gündür yine hepimiz ayaktayız. Soma'da yaşanan olaylarda yine gafil avlandık. Kimse madencilik sektörünü bilmiyor ama herkes bu sektörü o kadar iyi biliyor ki yorumlar gırla gidiyor. Bugünkü basın toplantısında bunu  daha iyi gördük.
Gazetecilerin hiçbiri soru soramadı; ajitasyonun dışında aklımızda bağrış çağrış, konuşamayan maden yetkilileri, dersin iyi çalışmamış basın mensupları kaldı.
Kimse şunu sormadı: Bu maden TKİ (Türkiye Kömür İşeletmeleri)'nin. Siz taşeronsunuz. TKİ işin neresinde? Anlaşmanız kaç yıllık ve sözleşemede güvenlik konusunda neler var, neleri taahhüd ediyorsuzn ya da TKİ ne gibi taahhüdler istiyor? Dünya da bu böyle mi? Yoksa yine Afganistan ve Pakşstan'la aynı durumda mıyız? Öğrenemedik. Gazeteciler sınıfta kaldı. Eskisi gibi bir konuda yetkinleşmek farz oldu galiba. Yani madencilik sektörünü, sağlık sektörünü ya da inşaat sektörünü dibine kadar bilen muhabirler... Editör değil muhabir....
Soma Holding'in PR şirketine ne demeli? CEO'yu toplantıya gelmemesi bir yana sözcü olarak seçilenlerin de konuşmalarından bir şey anlamadık. 
Bütün bunlar bir yana, Başbakan nerede ya? Bugün Başbakanlık'ın sitesine girdim Kırgızistan Devlet Başkanı ile görüşmüş Başbakan. Her gün ama her gün televizyonlarda olan Başbakanımız yerini Enerji Bakanı'na bıraktı. Kıyamet gibi bir gündemde tekme tokat gidiyoruz. Benim aklımda yer eden en önemli görüntü genç bir adamı tekmeleyen müşavir olacak. Aaaa işte şimdi de cenazede. (Aynı zamanda televizyon seyrediyorum da) Gerçekten görevden almayacak galiba Başbakan. Ha daha da komiği var. Yusuf Yerkel 7 günlük de darp raporu almış. Hüseyin Çelik de tekme atarken gösterine fotoğrafla "bir tek kareyle karar veremiyiz suçlu mu değil mi diye" diyor. Kafayı yiyorum galiba, bunlar gerçek olamaz. Fotoğrafa inanmıyorlar ama görüntüsüz, fotoğrafsız Kabataş'ta YMCA tarzı deri ceketli atletli adamların türbanlı bir kadına saldırdıklarına ve bu yetmezmiş gibi güpe gündüz üzerine de işediklerine inanıyorlar. Ben neredeyim, nasıl bir yerdeyiz, bunlar gerçek mi? Ama herşeyden önce biz bunu hak etmiyoruz. Lütfen herkes layık olduğu gibi yönetilir, halkımız oy veriyor, biz söylemiştik zaten gibi beylik lafşar etmeyin. Psikologlar, sosyologlar girmeli devreye, acilen bir şeyler yapılmalı. Başbakan ve ona inananlar 1862 yılın 2014'e derhal geri getirilmeli.

Salih'in de (Salih Keleş) madenci resimleri çok güzel. Ne olacak bu bilinç akışı, gündemden herhalde.